Zikir, sadece bir dil hareketi değil; ruhun, kalbin ve bilincin Allah ile kurduğu derin bir irtibattır. İnsanın modern dünyanın gürültüsü içinde kaybettiği iç huzurunu bulma çabasında, zikir adeta bir sığınaktır. Sessizliğin içinden yükselen bir hatırlayıştır; kulun Rabbini, Yaradan’ın ise kulunu unutmadığını ilan eden bir çağrıdır.
Zikir, Arapça’da “hatırlamak, anmak” anlamına gelir. Ancak İslami anlamda bu kelime, Allah’ı anmak, O’nun isimlerini tefekkürle tekrar etmek, kalbi ve zihni O’na yönlendirmek demektir. Kur’an’da sıkça geçen bir kelimedir ve insanın asli görevlerinden biri olarak tanımlanır: “Beni anın ki, Ben de sizi anayım.” (Bakara, 152)
Modern yaşamın koşuşturmacasında insan çoğu zaman kendi özünü unutur. Zikir ise insanı kendi içine, kalbinin derinliklerine davet eder. Sadece tesbih tanelerini parmakla saymak değildir bu; bilakis, her bir “Subhanallah”, her bir “Elhamdülillah”, her bir “Allahu Ekber” ifadesi, kainatın ahengini hissederek yaşamanın bir yoludur.
Zikir, kalbi arındırır. Kin, haset, öfke gibi duyguların kökünü kurutur. Bir mum gibi karanlıkları aydınlatır, insanın iç dünyasına dinginlik verir. Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah’ı zikredenle etmeyen, diri ile ölü gibidir.” Bu ifade, zikrin insana verdiği canlılığı, ruhsal enerjiyi ve manevî diriliği en güzel şekilde özetler.
Her insanın bir zikri vardır aslında. Kimi sessiz bir gece duasıyla, kimi bir çocuğun gözlerine bakarken, kimi sabahın seher vaktinde iç çekerek anar Rabbini. Zikir, her yerde yapılabilir; bir camide, bir yürüyüşte, bir gözyaşında, hatta bir tebessümde…
zikir, sadece bir ibadet değil, bir yaşam biçimidir. Her nefeste Allah’ı hatırlamak, hayatın her anında O’nunla birlikte olduğunun farkında olmak demektir. Zikir, insanın unuttuklarını hatırlamasıdır; kim olduğunu, nereden geldiğini ve nereye gideceğini.